27 Ekim 2010 Çarşamba

Mor ve Ötesi 2010

    Son yıllarda dinlediğim, en güzel albümlerden biri; Mor ve Ötesi'nin "Masumiyetin Ziyan Olmaz" albümü.Yaklaşık 3-4 aydır, onların dışında doğru düzgün başka birşeyler dinlemedim. O kadar güzel ki şarkıları, bıkmadan usanmadan arka arkaya dinliyorum hem de... Melodiler, sözler hepsi müthiş. Aynı şarkıları re-play edip dinlemek hiç de sıkmıyor üstelik. Tavsiye ettiğim birkaç kişi de, zevkle dinlediklerini söylediler.

  Dışarıdayken i-poddan, evde bilgisayardan sürekli kulağımda onlar var. Kendimi dinlemekten alıkoyamıyorum adeta. Normalde bir şarkıyı 3-5 kereden fazla üst üste dinleyemezken, bazen birşeyle uğraşıyorsam, bir bakıyorum 10-15'i bulmuş. Üstelik albümdeki tüm şarkılar güzel. Yeni yeni, klibiyle birlikte tanınan "Araf", İsrail'e tepki olarak yazılmış "Nakba" ve aynı zamanda albümde en sevdiğim şarkı da olan "Kara Kutu" benim favorilerim... Hatta "Kara Kutu", benim tüm zamanlarda -en sevdiğim şarkılar- listeme girebilecek kadar güzel bana göre.

 Fizy ve Last Fm'in dinlenme sonuçlarına bakıldığında, bu albümde en sevilecek şarkı "Araf" olacak gibi. Hatta "Mor ve Ötesi" klasiklerinin arasına bile girebilir. Tüm müzikseverlere, bu albümü severek tavsiye edebilirim.  Albümün sitesi ve şarkı demolar için; http://www.masumiyetinziyanolmaz.com/

Güle Güle Baba...

Birşeyler yazasım var kaç gündür… Elim gitmiyor bir türlü. Kafamda dönüp duran düşünceler, içimdeki gelgitler ve buna rağmen uyuşuk olan hislerim… Kim uyuşturdu beni, neden böyle oldum bilmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum adeta. Farklı bir dünyada, çevremde olup bitenlerden çok uzak bir düşteyim sanki. Acı, hüzün, korku… Bunların hiçbir tanesi yer almıyor içimde. Ne bir damla gözyaşım var, ne de feryadım. Cenazendeyim ve diyorum ki “neredeyim?” “Kimin cenazesi bu?” Şaka gibi değil mi?! Oysa ki sen varsın orada, kabullenemiyorum.
   Hayatımın bir dönüm noktasındayım şimdi. Bir devir sona erdi benim için. Seni o soğuk dolaba koydular, kapağını kapattılar ve film bitti. Son görüşümdü işte o zaten. Örtüyü açtıklarında, kaç kere okşadım yüzünü bilmiyorum. Kaç damla gözyaşımı akıttım yüzüne kimbilir… Hayat insana neler gösteriyor, bunu da görmek varmış bir gün. Hiç aklıma gelmezdi beni böyle erken bırakıp gideceğin.

Tam bir gün önce konuşmuştuk seninle. Hayatımın en zor veda konuşmasıydı. Bir hayata sığdıramadıklarımı, 10 dakikada söyleyiverdim sana. Arifesiydi işte gidişinin. “Ne olur arada gel, gir rüyalarıma özletme kendini” demiştim sana ağlarken. Biliyor musun şimdiden özledim seni!

 Sanki çıkıp geleceksin yada arayacaksın beni yine. O güzel mesajlarından biri gelecek şimdi, “seni seviyorum kızım” la biten… Hala inanamıyorum, bir rüya olmalı bu. Sevdiklerimi kaybettiğimi gördüğüm ve ıslak gözlerle uyandığım o kabuslardan biri gibi. Ömrü uzamış derler ya öyle görünce, seninki hiç uzamadı. Erken gittin, çok erken…

Daha fazla söyleyecek bir şeyim yok. Kelimelerin tükendiği noktadayım işte. Ne desem, ne yazsam anlatamıyorum, sığmıyor.

Her neredeysen umarım huzurlusundur. Biliyorum ki, bedenin yok olsa da ruhun hep sonsuzlukta. Seni seviyorum BABA!

Aynadaki Yüz

    Aynaya baktığında gördüğü yüz ben miyim diye tereddüt etti o sabah. Bu yüz, bu insan mı yapmıştı onları?! Bu küçük çocuk mu yakıp yıkmıştı köprüleri?! Geçtiği köprüyü yakarak olduğu yere ulaşılmamasını o mu sağlamıştı?! Karşı kıyıya varmak isteyenleri o mu mahkum etmişti sonsuza kadar bulundukları yerlere?! …

  Kendini iğrenç, çirkin, sevimsiz ve masum yüzünün altında kötü kalpli biri olarak hissetti ilk kez. Fazla haksızlık ediyordu belki de ama neden böyleydi herşey, neden böyle acımasız ve katı hissediyordu kendini! Binlerce kere duyduğu ”kalpsiz”  kelimesini ilk kez yakıştırdı o sabah kendine.

  O, hayatı boyunca insanların sevgilerine, ızdıraplarına bile anlam veremeyen biriydi. Ne kadar saçmaydı ona göre, ne kadar boştu böyle şeyler. Nasıl insanlar bu kadar iradesiz, güçsüz ve zayıf olabiliyorlardı ki! Nasıl kendilerini hiçe sayarak bir insana hayatlarını adayabiliyorlar ve kendinden çok birini sevebiliyorlar!  Onun  için güçsüzlüktü, eziklikti böyle şeyler. Oysa, içindeki o kız çocuğu bir gözyaşında binlerce şeyi saklayabiliyordu. Çok çabuk kırılabiliyordu, incinebiliyordu. Aslında çok duygusaldı, uysaldı ve bir çocuk kadar saf bir kalbi taşıyordu. Ama o kalbi hep güçlü duruyordu.  Bu yüzden yıkamıyordu onu hiçbir şey, hiç kimse. O, hep başkalarını yıkıyordu. Onu kucaklayan koskoca kalplerin büyüklüğü altında eziliyor ve büyük sevgilerden ürküp kaçıyordu. Ardına bakmadan çekip gidebiliyor ve bir an olsun hatırlamıyordu… 

  Bir anda aklından bütün yaşadıkları, yaptığı haksızlıklar geçti. Herkesin hayal ettiği şeyler onun için hep gerçekti.Çoğu insanın sahip olamayacağı sevgiye ve değere sahipti. Herkes onu incitmemek için çırpınırken, o hiç düşünmeden incitiyordu. Değer mi bilmiyordu yoksa en çok kendini mi seviyordu?! Belki de o sadece sevilmeyi seviyordu. Onun için mutluluk geçici bir şeydi ve çabuk tüketiliyordu…

  Eğildi, yüzünü yıkadı. Suratına çarptı soğuk suları. Azıcık ayılır gibi oldu. Önceki gece içtiği içkiden başı ağrıyordu ve tüm kemikleri sızlıyordu. Oysaki dün gece çok mutluydu. Alkolün etkisiyle yine herşeyi unutmuş ve bir kez daha kazanmanın zaferiyle mutluluk şarkıları söylemişti. Kazanmak diye bir şey var mıydı ya da bu bir oyun muydu ki kazanmak ya da kaybetmek olsun… Onun için oyun değildi aslında. Ama duyduğu cümle onu buna inandırmıştı. Kulağında “benimle oynadın” sesi yankılandı. Beyninde binlerce kez yankılandı sonrasında da çünkü en çok ona bu koymuştu. “Hayır oynamadım” bile diyememişti, boğazında düğümlenmişti adeta kelimeler. Susmuştu, sadece susmuştu… Bir yüreği bir kez daha kırmanın ağırlığını taşımıştı o an. Sadece özür dilemek istemişti ama ne kadar gereksizdi o an için bu özür ve ne kadar komikti aslında. Sustu, sadece sustu…

  Kafasını kaldırdı, ıslak yüzüne gözyaşının da karıştığını farketti. Ağladıkça kendini aşağılık ve acımasız bir insan gibi hissetti. Katil olmak ne kadar kolay bir şeydi. Kimisi elinde silahla öldürüyordu, kimisi de yaptıklarıyla bir insanı… Evet kendini katil gibi hissediyordu. Üstelik öldürdüğü çok sevdiği biriydi.

  Banyodan çıktı, gidip çok sevdiği bir şarkıyı açtı. Önceden yüzlerce kere dinlemişliği vardı bu şarkıyı. O gün dinlediğinde onun için daha da anlam kazandı. Sanki bugün için yazılmış diye düşündü.

  Hemen giyinip evden çıkmalıyım diye düşünüp üstüne hızla birşeyler geçirdi. Kendini kalabalık  sokaklarda buldu.  İnsanların kimisi telaşlı, kimisi mutlu, kimisi sakin görünüyordu. Kendini kalabalığın arasına verdi. Kafasında bütün gün döndü durdu düşünceler. Ne olacaktı şimdi, ne yapacaktı ve nasıl bu ağırlıkla yaşayacaktı?!  Bunu düşündükçe kendini kalabalığa daha da verdi. Çünkü o, kalabalıkta tüm düşüncelerinden uzaklaşabiliyordu.Bunu yapabildi mi peki, hayır!  O gün boş boş yürüdü manasız gözlerle etrafa bakarken… Bir yerde oturup kahve içti ve yanına bir sigara yaktı. Hava kararır gibi olunca evine döndü. O gece içmeme kararı aldı. Birkaç satır bir şey okuyup uyudu.

  Ertesi gün yepyeni bir güne ve hayata uyanmıştı. Uyandığında tek istediği kalıcı mutluluklar ve tüketilemeyecek sevgilerdi. Hep adını duyduğu ama içi onun için hep boş kalan “Aşk” kelimesi belki bir gün karşıma çıkar diye düşündü. Ve farketti ki herşeyi unutmuştu. Artık kendini haklı çıkarabilecek bir nedeni vardı. Galiba yine “kalpsiz”liği tutmuştu…


Düş'ün Gücü

Geçen gün bir yerde Mahatma Gandi’nin şu sözünü okumuştum ; “Söylediklerinize dikkat edin düşüncelerinize dönüşür, düşüncelerinize dikkat edin duygularınıza dönüşür, duygularınıza dikkat edin davranışlarınıza dönüşür, davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür, alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür, değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür, karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür.”

   Bence de aynen böyle, hatta düşünmek başlatır herşeyi, beyinden geçirmek… Ne düşünürsen onu yaşarsın ya da düşündüklerini gösterir sana hayat da diyebiliriz buna. Bir iki ay önce okuduğum James Allen’in “Düşüncenin Gücü” adlı kitabının ana kuramı da buna dayanıyordu. En basit haliyle “iyi düşün iyi olsun” felsefesiyle açıklanacak olan bu kuramla günlük hayatımızda da bir çok kez karşılaşıyoruz farkında olmadan. Ben kendi adıma çok kez karşılaştığımı söyleyebilirim. Ne düşünsem, aklımdan ne geçirsem bir süre sonra önüme çıktığını görüyorum. Sonra ise ben bunu düşünmüştüm bak yine oldu diyorum. Buna paralel olarak, son yılların en popüler kitaplarından olan “The Secret”ın filmini ilk izlediğimde bana çok saçma gelmişti. Sonra ikinci kere izledim. Ama yine de bir insan nasıl istediği eve, arabaya sahip olmanın hayalini kurarak bunları elde edebilir ki diye düşündüm. Aslında orada anlatmak istediği de sadece hayal kurup bunların sana gelmesini beklemek değil. Hedefin için çabalayıp, yapman gerekeni yapıp, daha sonra bunun gerçekleşeceğini umarak pozitif düşünceyle yaşamak. Bu açıdan düşününce orada anlatılan ana felsefe, yani; düşünce gücü ve evrene mesaj gönderip, geribildirimini bekleme olayına katılmamak elde değil. Bunun bir çok örneğini yaşamış bir insan olarak katılmamak hiç değil hatta…

   Bundan bir süre önce şunu farkettim ki kafama aniden giren , o an için aslında çok da önemsemediğim ve geri plana attığım ama daha sonra belli periyodlarla aklıma gelip düşündüğüm bir çok şey gerçekleşti. Evrene mesaj mı yolladım yoksa eskilerin tabiriyle saatine mi denk geldi onu bilemeyeceğim ama bu oluyor. Mesela bu mesaj gönderme olayını en minimal şekilde örneklemek gerekirse; bir insanı beynimden geçirdiğimde ona yoğunlaştığımda ve aramasını dilediğim anda aradığını görüyorum. “Kalp kalbe karşıdır” sözüyle anlatılan bu durumda bizim evrene, evrenin de o kişiye mesaj göndermesiyle bir çeşit telepatik iletişim sağlanıyor olabilir. Sizin de uzunca bir süredir hatta yıllardır görmediğiniz arkadaşınız ansızın, çok alakasız bir şekilde aklınıza geldiğinde, çok değil bir kaç gün sonra ya da maksimum 1 hafta içinde bir yerde karşınıza çıkmıyor mu..? Çok canınızın çektiği bir yemeği ya da yiyeceği kimseye söylemediğiniz halde bir kaç gün sonra eve geldiğinizde karşınızda bulduğunuz olmuyor mu..? Mutlaka bu ve benzerleri oluyordur.

  Herşeyin beyinde başladığı ve beyinde bittiğine inanan birisi olarak, Gandi’nin de sözünde getirdiği son nokta olan “kader” denen şey aslında bizim düşüncelerimizle başlıyor. Kısacası neyi düşünürsek hayat bize onu sunuyor. Evet oturup akıldan geçirip yoğunlaşmak bize bir çok şeyi kazandırmaz ama düşünce gücünün yadsınamaz bir gerçek olduğu da kesin… Denemekten zarar gelmez ;)

Metrodaki Çocuk

   Eve dönerken metro çıkışında yüzü çok tanıdık gelen birini gördüm.
Önce hafif yandan benzettim ama emin olamadım. Yanında 3-4 yaşlarında çok tatlı bir kız çocuğu vardı. Elinden tutmuştu ve konuşa konuşa yürüyorlardı. Ben biraz hızlanınca yanlarında paralel yürümeye başladım ve yüzünü net olarak seçtim. Yanılmamışım, gördüğüm ilkokuldaki sınıf arkadaşımdı…

   5 sene aynı sınıfta okuduğum ve benimle yaşıt olan bu arkadaşımı böyle görmek beni çok şaşırtmıştı. Aslında şaşıracak birşey yoktu, sadece erken evlenmişti ve çocuk sahibi olmuştu. Oysa ben kendimi daha büyümemiş bir çocuk gibi hissediyordum. Bir türlü kabullenemiyordum böyle şeyleri. Ve asla kendimi böyle bir profilde düşünemiyordum. Yaşım 25′ ti, aslında çok da küçük sayılmazdım. Eskiler, büyüklerimiz hep “ben senin yaşındayken şu kadar çocuğum vardı” derler. Hesapladığımızda bizden önceki nesillerin gerçekten de benim yaşımda çocukları vardı…

  Herkesin aksine ben de yaşlanma değil de büyüme fobisi vardı aslında. Büyümek beni korkutuyordu, çünkü büyümek daha çok sorumluluk almak demekti, daha ağır yükler sırtlamaktı… Kendi başıma kocaman kararlar alabilirken, bu tip konularda korkuyordum adımlar atmaktan. İnsanlar nasıl yapabiliyorlar, nasıl cesaret ediyorlar diye düşünüp duruyordum.

  Onlar yan merdivenden çıkmaya başladılar, ben de onlara paralel çıkıyordum diğerinden. Kendi aralarında birşeyler konuşuyorlardı. Onları izlerken beynimden binlerce şey geçti. Kendimi onun yerine koydum bir an, bu yaşta 3-4 yaşında çocuğum olduğunu düşündüm. Ya da çok daha erken sahip olsaydım ilkokula falan başlamıştı herhalde. Ne kadar korkunç bir şeydi benim için, kabullenemedim böyle bir düşünceyi bile. Nedendi bu korkum, neden kaçıyordum böyle şeylerden ve yaşıtlarımın böyle olmasını neden bu kadar garip karşılıyordum?! Aslında belki de o kadar zor birşey değildi, herkesin yaşadığı birşeydi ama ya bende fobi halini almıştı ya da ben gerçekten o kalıba sığacak bir insan değildim şu an. Yakıştıramıyordum işte, yakışmıyordu…

  Yakında yuva kuracak iki arkadaşım daha var. İkisi de neredeyse çocukluklarını bildiğim insanlar. Onlar bile büyümüş de böyle işlere kalkışıyorlar. Hatta birine “emin misin?” diye bile sordum. Sanki çok acayip birşey yapacakmış gibi üstüne basa basa sordum. “Hadi canım çıldırma!” diyesim bile geldi. Çıldıran ben miydim onlar mı bilmiyorum ama kimse kaldıramayacağı sorumluluğu üstlenmemeli bence. Bana gelince ise, benim büyümem daha zaman alacak gibi :)

Ayrılık Zamanı

Beni şu hayatta en etkileyen ve en hüzünlü gelen yerler; otogarlar ve tren garlarıdır. Ne zaman gitsem ya da görsem, bir garip hüzün kaplar içimi. Çünkü buralar bana göre “ayrılık zamanı” nı simgelerler. Hep gidişi, özlemi ve üzülen birilerini barındırırlar içlerinde…

   Tren garına pek yolum düşmedi aslında, birkaç kere gitmişliğim var sadece. Otogara göre daha nostaljiktir. Filmlerdeki, dizilerdeki veda sahnelerinden olsa gerek oranın atmosferi beni daha çok etkilemiştir hep. Apayrı bir ambiyansa ve hüzüne sahiptir. Gözümün önüne hep, yavaş yavaş istasyondan ayrılan trenin camından kolunu çıkarmış, mağrurca sallanan bir el ve onu hüzünlü gözlerle uğurlayan adamın veya kadının dermansız, yitik eli gelir. Trenin düdüğü, dumanı, “çuf çuf” sesleri…  Hepsi birbirine karışır o gidişte. Bu sahne birçok kez gördüğümüz, filmlere konu olmuş bir klişedir aslında. Benim kafamda da hep bu tabloyla yer alır.

   Aynı şeyi otogarlar için de düşünürüm. Son dakikaya kadar beklenerek, zar zor ayrılınıp binilen otobüs ve hareketiyle birlikte yine camdan sallanan bir el… Bazen ağlamaklı gözlerle bakar, bazen de hüzüne dayanamayıp ağlarlar hafiften bir utanmayla. Giden, elindeki mendille gözyaşlarını siler, bir yandan da el sallar dışarıdan ona bakana. Uğurlayan ise otobüs uzaklaşana kadar bir süre takip eder. Otobüs uzaklaşır, uzaklaşır… Sonra gözden kaybolur. Giden olmak da zordur, kalan olmak da o an…

   İşte bende hep böyle çağrışımları vardır. Sanki acımasızdır, kötüdür otogarlar ve tren garları. Sanki hep sevgilileri ayırır, onları üzer. Aslında tam tersi, bir kavuşmaya da sahne olabilirler. Çok özlenen birisi yine orada karşılanır mutlulukla. Özlem dolu sarılmalar, kucaklaşmalar da hep oralarda yaşanır. Ama benim kafamdaki resim hep kötüdür, hep ayrılığın göstergesidirler…

  Kimbilir neler görürler, nelere şahit olurlar… Kimilerinin ayrılıklarına, kimilerinin kavuşmalarına, kimilerinin hüzünlerine, kimilerinin sevinçlerine tanıklık ederler. Bir dilleri olsa neler neler anlatırlar bize. Koltukları, bankları, duvarları neleri görmüşlerdir. Kimleri misafir ettiler, kimler gelip geçti köhne kaldırımlarından… Kimbilir kimler ayrıldı bir daha kavuşmamacasına sevdiklerinden…

"Gitmek" Üzerine...





    Bazen bir gitme isteği gelir insana. Bir gitmek gelir, bir daha hiç gitmez hatta. Gitmeler güzel değildir oysa ki, hep hüzün barındırır içinde. Ama bu seferki gitmek güzeldir. Seni sarmış yosunlardan, pas tutmuş hayatından kurtulmanı sağlar.

    Her şeyini, sahip olduğun tüm aidiyetliklerini bırakıp, yapayalnız gitmek gerekir. Bir iğneni bile götürmemelisin bu yolculukta, sadece tek yöne bir bilet yeterli. Sen gittikten sonra, bıraktığın herşeyin artık daha değersiz olacağını düşünmemelisin. Ya da onların da peşine takılıp geleceğini... Sen gittiğin an, onlar da bırakacaklar çünkü seni. Ve onlar da sana ait olmayacaklardır artık. Kendini ve umudunu yanına koyarak, uzaklaşacaksın bilmediğin ufuklara...

   Gittiğin yerde seni yeni bir hayat bekleyecek çünkü. Özellikle hiç görmediğin, bilmediğin bir yeri seçmelisin. Rastgele belirlenmiş bir kent, bir sokak olmalı. Gözünü kapayıp haritadan seçebilecek kadar cesur olmalısın. Bir tane bile tanıdığın olmamalı o çevrede. Önce yeni bir evle başlayacaksın hayatına. Hiç bilmediğin bir semtte, belki ıssız, belki köhne hiç fark etmez. Ama yepyeni eşyalarla dolduracaksın içini alabildiğine. Sonra, kendini değiştireceksin. Üstündeki sana ait kıyafetleri bile atacaksın çöpe. Herşeyin yeni olmalı bu yeni hayatında. Geldiğin yere ait hiçbir şeyi taşımamalısın üzerinde. Yeni doğmuş bir bebek gibi arınmalısın günahlarından ve kendine ait suçluluklarından. Yeni insanlar girmeli hayatına sonra. Hiçbirinin yüzünde, eski bir dostla özdeşleştirebileceğin bir şeyler olmamalı. Pasparlak gözlerle bakmalısın onlara. Tıpkı, yeni hayatına baktığın gibi. Sevgiyi, dostluğu paylaşmalı, bu konuda asla cimrilik yapmamalısın.

  İşte o gittiğin yerde, sen artık yeni bir sen olmalısın. İkinci bir yaşamı kendine sunmalı ve yeni baştan başlamalısın herşeye. Bir gün bile, dönmek fikri geçmemeli aklından, kendini oraya ait hissetmelisin...




Hıdrellez Dilekleri

        Küçüklüğümden beri anneannemden ve annemden gördüğüm, gelenek haline getirdiğimiz bir şey var. Her yıl hıdrellez de kağıtlara dileklerimizi yazar, hatta çizer, sonra da güneş batmadan balkona asarız. Aslında sabah da güneş doğmadan denize salmak gerekiyor ama sabah erkenden deniz kenarına gidemediğimiz için onu bir türlü yapamadık.

          Anneannemler bunu eskiden kiremitle yaparlarmış. Kiremit parçalarından ev, çatı gibi şekiller oluşturup dileklerde bulunurlarmış. Bu gelenek, annem ile bana kağıda çizim olarak miras kaldı. Herhalde teknolojiyle doğru orantılı olarak bir 5 sene sonra falan da çizim tabletlerine çizip, o şekilde sergileyeceğiz. Eee dijital çağa ayak uydurmak lazım. :)

          İşte her sene böyle çizerek dileklerimizi yazar, balkona asar, sonra da onları katlayıp bir kenara koyardık. Ara ara tesadüfen kitap aralarında falan o kağıtları buluyorum. Şimdi baktığımda çok komik geliyorlar tabii ki. O zamanlar neler istemişim, neler dilemişim diyorum. Şimdi bir çoğuna sahibim, bir çoğu gerçekleşti. Demek ki kalpten isteyince bir şeyler oluyormuş ya da bu kağıtların bir tılsımı olmalı.

          Bu sene de geleneği bozmamak için, gecikmeli de olsa dileklerimi çizerek anlattım. Son olarak da balkonumuza astım. Umarım yine beni duyar ve geri çevirmez Allah’ım. Eskiye göre isteklerim daha az artık. O zaman kağıda sığdıramazdım, sığsın diye minik minik çizerdim hatta. Araba, ev, para, bilgisayar, üniversiteye girmek  hatta bir sene “Sony Müzik Seti” çizdiğimi bile hatırlıyorum. Şimdi ona da sahibim, demek ki o zaman için çok ulaşılamaz bir şeymiş benim için. Dileklerim o yaşlarda tamamen materyallere yönelikmiş. Şimdi ise daha büyük bir dünyam olmasına rağmen, daha az şey istiyorum. Üstelik çoğu da manevi şeyler…

         İnsan yaşı ilerledikçe daha kanaatkar olmaya başlıyor sanırım. En önemli dileğimin, sevdiğim tüm insanlarla birlikte sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir ömür istemek olması bunun en güzel örneği. Severek yapacağım, istediğim gibi olan, bol kazançlı bir iş bu seneki favori dileğim. En ütopiği ise tropik bir adada yaşamımı sürdürmek; her gün yemyeşil sularda yüzüp, bunaldığımda buz gibi tropical içecekler içerek, bir palmiyenin gölgesinde hamakta sereserpe uzanmak ;)

         Umarım bugün herkesin dilekleri kabul olur. İnanarak yaparsanız bence olur… ;)

4 Harf: UMUT!

Bundan bir süre önce Mümin arkadaşımın blogunda, ünlülerin bu konudaki sözlerinden alıntılara yer verdiği, “umut” ve “umutla beklemek”  hakkında bir yazısını okumuştum. (http://blog.erakbas.com/umut-kesinlikle-gereklidir/) Bu yazısındaki temel düşüncesi de  “umut kesinlikle gereklidir ama çoğu zaman hayal kırıklığıyla sonuçlanır”dı.

     Ben de umudun hep hayatımızda olması gerektiğini düşünüyorum. Ama umudun bir sonuçtan çok süreç olduğu kanaatindeyim. Bu süreçte insan neyi umut ederse etsin, hep olumlu düşüneceği için, kendini mutlu hissedecektir. Çünkü bana göre umut; insanı ayakta tutan, ona güç veren, hayata sıkı sıkıya sarılmasını sağlayan gizli bir güçtür. İstediğimiz şeylerin olmasını umut etmeden yaşarsak hayatla hiçbir bağımız kalmaz diye düşünüyorum.

     Umudunu yitirmiş bir insan hayallerinden de vazgeçmiş demektir. Bu da istediği şeyler uğruna hiçbir çaba harcamayacağı anlamına gelir. Sonuç hayal kırıklığı olsa bile, umut bittiği yerde yeniden başlamalıdır. İşte o anda, yeni bir umutla yeşertmelidir kuruyan yaprakları insan…  Sadece 4 harf! Ama herkesin içinde bir yerlerde saklı… Zaman zaman ortaya çıkan, zaman zaman da tam kaybediyoruz derken yeniden yakaladığımız bir duygu… Zaten öyle de olmalı.

      Bu fikirlerime dayanarak ben de kendisine şu sözü söyledim. ” Umut, insanı zaman içerisinde diri tutan, canlı tutan birşeydir. O olmadan bir ölüdür insan.”  Evet, umutsuz yaşayan insan, yaşayan bir ölüdür benim gözümde.

       Kimsenin umudunu kaybetmemesi dileğiyle…

Eflatun-Şarap ♫♪♫♪ (10.04.10)

Yeni çıkanlar arasında keyifle dinlediğim çok az sayıdaki çalışmalardan birisi  “Şarap”…  Uzun süredir bir şarkı bu kadar bağlamamıştı beni kendisine. “Eflatun” isimli yeni bir şarkıcıya ait. Melodisi, sözleri bence çok başarılı olmuş. Yorumcunun sakin ve kadifemsi sesiyle de gayet huzur verici. Bugünlerde üst üste dinlemekten sıkılmadığım ve günboyu beynimde çalan parça oldu kendisi. Dinlemek için; http://fizy.com/s/1gdsmh


Gökyüzünü kaybetmiş bir kuş gibi
Üzgün yorgun ve de kırgınım hayata
İğne atsalar yere düşmez tenhaların var kalbimde
Aynadaki hatta sudaki aksin bile kayıp
Biz seninle bir salkımın iki aşık üzümüyken
Başka şişelerde şarap olmuşuz
Başka hayatlarda harap olmuşuz
Biz seninle bir denizin iki aşık balığı iken
Başka sularda yüzüp durmuşuz
Başka kıyılara vurmuşuz…

Ölümün Soğuk Yüzü (14.04.10)

     Bugün ölüm denen şeyle bir kez daha yüz yüze geldim. Bu, hayatım boyunca üçüncü kez bir yakınımı kaybedişim. Öncekilerde ufaktım, o yüzden pek birşey anlamamıştım. Zaten çok da az hatırlıyorum. Ama bu seferkinde çok değişik duygulara kapıldım. 

      İnsan kafasında onunla yaşadıklarını, konuşmalarını, gülmesini, anılarını canlandırıyor. Ama biliyor ki, o insan artık dünyada yok. Sanki hiç öyle bir insan yaşamamış, dünyaya gelmemiş gibi. Sadece anılarda ve fotoğraflarında yaşıyor.

       Bana hep tanıdığım birisi öldüğünde şaka gibi gelir. İnanasım gelmez, sanki bir rüya gibi düşünürüm. Bir türlü kabullenemem. Oysa daha 2 gün önce, yoğun bakımda makinelere bağlı şekilde yatarken görmüştüm onu. O beni görememişti, duyamamıştı. Başına sürekli gelip giden doktorlar çabalıyorlardı.Her yolu deniyorlardı iyileştirmek için. Oradan kalkacağına, mutlu bir şekilde ayrılacağına öyle inanmıştım ki! Kendi ayağıyla gidip yatmıştı çünkü oraya. Nasıl cansız çıkardı! Sanki bir yerlerden çıkıp geliverecekmiş gibi geliyordu bana bugün de. Taa ki onu o şekilde görene kadar. Hayatımda ilk kez bir insanın cansız yüzünü gördüm. Bununla yüzleşeceğimi ve bakabileceğimi hiçbir zaman düşünmemiştim. İşte o an gördüm ölümün soğuk yüzünü… Oracıkta yatıyordu işte! Onun gözleri, onun ağzı, onun yüzü, onun bedeni…  Tek farkı ruhu yoktu. Bu sefer benimle konuşmuyordu, bana bakmıyordu. Ne kötü, ne sevimsiz bir şeydi ölüm ve gerçekten hiç kimseye yakışmıyordu.

       Bugün yine her mezarlığa gidişimde yaptığım gibi, mezar taşlarındaki ölüm tarihlerine baktım. Kimileri ben daha dünyada yokken vefat etmişler. Mezar taşlarındaki yazıları bile silinmeye yüz tutmuş. Ve hep şunu düşünürüm; bir zamanlar yer yüzünde böyle bir insan vardı. Onlarında sevenleri, sevdikleri ve iyi kötü bir çok anıları olmuştu. Kimbilir neler yaşadılar ve nasıl bu dünyaya veda ettiler. Şimdi ise öyle bir insan yok. Hatta o insandan kalan hiç bir parça bile yok. Hepsi hepsi bir torba kemik…

       Hayat ve ölüm arasında gerçekten incecik bir çizgi varmış. İnsanlar bir varmış, bir yokmuş… Düne kadar köşesinde oturan insan artık orada oturmuyor. Bir insanın yokluğuna alışmanın zorluğu ise esas burada başlıyor…

       Rahat uyu Dayday’ım..!

Selinizm (18.03.10)

Kendimi biliyorum, kendimi en iyi “BEN” tanıyorum. Ben “BEN”i aslında çok seviyorum. Ne zaman sıkılsam kendimi en iyi ben oyalıyorum. Ne zaman üzülsem en çok ben avutuyorum. Ben aslında bana en iyi gelenim. Bu bir “SÜPEREGO” mu yoksa “NARSİZM” mi onu bilemem ama aynaya baktığımda gördüğüm yüzdür beni en iyi tanıyan. Neyi severim, neyi sevmem, neye kızarım, neye kızmam, neye üzülürüm, neyi takmam herşeyi benden iyi bilen bir ben daha yok!

Zaman zaman kendime kızarım hatta çatışırım, eleştiririm. Nerede hata yaptım diye düşünürüm.  Bunu en adil ben yapabilirim. Bir insan kendi kendini eleştirmede nasıl adil davranabilir demeyin! Evet ben yapabilirim çünkü  ben ve kendim baş başayım, kendimi eleştirirken bunu yalnızca ben duyarım  ve dolayısıyla da en açık ben olabilirim.

   Peki bunun günlük hayattaki uygulamaları nasıldır, kendimi tanımam, kendime açık olmam bana ne sağlar bunlardan bahsedeceğim biraz. Bugünkü “İletişim Teknikleri” dersimizde herkes kendi hayatına dair belli başlı şeyleri anlattı ve nerelerde yanlış nerelerde doğru davrandığımızı tespit etmeye başladık. Sonra konular sorunlara doğru kaydı ve bir grup terapisine dönüştü. Kendimle ilgili özeleştirilerde de bulundum. Sakinliğimi koruyamamam , ani çıkışlarım, zaman zaman yaptığım mantıksız davranışlarım…  Kısa  süre önce uygulamaya çalıştığım “5 dakika” kuralımdan da bahsettim. (Sinirin tavan yaptığında o an konuşmak yerine 5 dakika bekle ve sakinleşip sonra konuş) Bunun doğru bir davranış biçimi olduğunu ve bana yararlı olacağını söyledi hocamız. Mesela kendisi için bu 3 saat gibi bir süreymiş, sinirinin geçmesi ve mantık çerçevesinde düşünebilmesi için anca 3 saat gibi bi zaman geçmesi gerekiyormuş hatta bazen günler… Evet bu açıdan sevinmem gerekiyor sanırım,  en azından çok çabuk atlatabiliyorum.

    Bu konuşmadan sonra kendimle ilgili şu cümle uyandı birden beynimde. “Ben 1 dakika içinde içimdeki asi, hırçın, huysuz, agresif, kırıcı, yakıcı, yıkıcı “BEN”i dışarı çıkarıp, tabir yerindeyse bir canavara dönüşüp, 5 dakika sonra da masum, uysal, durgun, dingin ben haline dönüşebiliyorum. Eğer o canavarın çıktığı anlarda konuşursam karşımdakiyle doğru iletişim kuramıyorum ve çatışmalar işte orada başlıyor. Aslında bugün öğrendiğimiz üzere iletişim kurmak çok basitmiş. “Anlamak” ve “anlatmak” gibi iki temel kavrama dayanıyor. Sen anlatıyor, karşındaki de seni anlatıyorsa olay bitmiştir. Evet böyle diyince çok kolay değil mi? Bunu yapmak gerçekte o kadar kolay olmuyor maalesef. Aslında söylemek istediğimizi çok farklı anlattığımızda ya da karşıdaki yanlış anladığında işte asıl kıyamet orada kopuyor. Doğru ve sağlıklı iletişim kurmanın önemi de işte burada ortaya çıkıyor.

   İnsan çok kompleks bi varlık. Duyguları, düşünceleri, bir bakış açısı ve en önemlisi değiştirilemez bir kişiliği var. Hepimizin bir diğerimize göre olumlu ve olumsuz bir çok özelliği var. Sözün özü; herkes en iyi kendini tanıyabilir. O yüzden bir insan ancak kendi kendini değiştirebilir. Olumsuzları aza indirgeyip, olumluları ön plana çıkararak ya da benim yaptığım gibi stratejiler geliştirip öyle davranırsak sanırım daha mutlu bir hayat olur bizler için. Keşke biz de bilgisayarlar gibi dijital parçalardan oluşsak, mesela olumsuz huylarımızı söktürüp yerine iyi olanlardan taktırsak falan. Ama böyle mükemmel insanların olduğu bir dünyada da yaşanmaz bence… :D

Annem'e... (04.04.10)

    Bugün, beni dünyaya getiren, benim için herşeyden değerli olan kadının doğumgünü. İçimden bir kaç şey yazmak geldi. Kendi cümlelerimle anlatmak istiyorum anneliği…

   O olmasaydı bu dünyada ben de olmayacaktım. Yaşamadığım için tam olarak anlayamam ama düşündüğümde bu dünyadaki en özel şey annelik. Dünyaya bir canlı getirmek ve ellerinde onun büyüyüşünü izlemek tarifsiz bir duygu olmalı. 

   Annem bana bazen ” sen ufacıktın, bebektin, ne çabuk büyüdün!” der. Benim peşimde koştururken, minicik ellerimden tutup gezdirirken, sanki gözünü kapayıp açtığında kocaman bir genç kadın buluvermişti karşısında. Onun için ne hızlı geçmişti kimbilir, hep öyle kalacakmışım gibi gelirken… 

    Fakat bizler ne kadar yıllansak, büyüsek, hatta bir gün kendi çocuklarımıza sahip olsak bile onların gözünde hep çocuk olarak kalacağız. Çünkü biz, onların çocuğuyuz. Hala üşüme diyerek ceketimizi giymemizi söylecekler, hatta dayanamayıp üstlerindekini çıkarıp verecekler. İşte böyle bir şey annelik. Kendinden çok onu düşünmek, onu sevmek… Kimsenin kimseye veremeyeceği ilgiyi, sevgiyi, özveriyi göstermek…

HOŞ GELDİM... (18.03.10)

     Merhabalar. Bu benim ilk yazım:) Neyden bahsetmeliyim,neyi anlatmalıyım bilmiyorum. Aslında yazmak için kendimi zorlamak da istemiyorum. Çünkü öyle anlar oluyor ki içimden akıp gidiyor kelimeler, cümleler ardı ardına çıkıveriyorlar ellerimden, ben bile durduramıyorum parmaklarımı. Yazdıkça yazasım geliyor adeta… İşte o anlarda kendimi kaptırıp bazen benim bile farketmediğim iç  dünyamdaki şeyleri, içimde bir yerlerde gizlenmiş edebi kişilikle harmanlayıp dışarı vuruveriyorum. Sanki eski, tozlu, köhne bir sandıkta kalan unutulmuş, parlaklığını yitirmiş fotoğrafların sandığın aralanmasıyla birlikte günışığına parlayarak çıkıvermesi gibiler. Ertesi gün okuduğumda ise bunları ben mi yazmışım diyorum.

    Bence güzel olan da şu ki; bir yerlere yazdığın, o anki ruh halini, düşüncelerini, duygularını  ifade eden paragrafların belli bir zamandan sonra açıp okumanın heyecan verici olması. Çünkü herşey aralıksız bir değişim içinde ve bu değişime bizler de kayıtsız kalamıyoruz. Bununla birlikte o gün düşündüğün şeylerin ne denli değiştiğini görmek ve dününle bugününü kıyaslamak gerçekten keyifli olsa gerek.

Hayatında hiç günlük tutmamış, tutamamış daha doğrusu düzenli yazma, birşeyleri not alma alışkanlığı olmayan birisi olarak bunu nasıl başaracağım bilmiyorum. Ama benim de söyleyecek birşeylerim vardır elbet sizin gibi… Öyleyse HOŞ GELDİM..! :)