29 Kasım 2010 Pazartesi

'Oyun'

      Hepimiz, bir hayatın içinde akıp gidiyoruz. Aslında bir tiyatro sahnesinde, oyun oynuyoruz. Kimi zaman, oyunumuzu ve rolümüzü kendimiz belirleyebilirken, kimi zaman da hayat bizi buna mecbur bırakıyor.
            
    Sırası gelen, oyundan çıkıyor. Ama, bu oyunda, rollerimiz hep değişiyor. İyi- kötü, mutlu- mutsuz, kazanan- kaybeden, güçlü- güçsüz... Herkes, sırasıyla farklı karakterlere bürünüyor. Çünkü, bu oyunda hep iyi kalmak da mümkün olmuyor.

   Bir sahnede kazanan rolündeyken, diğerinde kaybeden oluyoruz. Sonra sıra, bir başkasına geçiyor. Bu sefer, o üstleniyor senin rolünü. Bu böyle, oyun tamamen bitene kadar devam ediyor. Kısacası biz aslında, farklı zamanlarda, aynı hayatları yaşıyoruz...
   
  * Cevdet'e ithafen... :)

10 Kasım 2010 Çarşamba

ATA'mızı Andık...

         Bugün 10 Kasım'dı... Her yıl olduğu gibi, ölümünün 72. yılında da Ulu Önderimizi saygıyla ve şükranla andık. Diğer illere göre, bu tür değerlere daha çok sahip çıkan, her ulusal bayramda ve özel günlerde Gündoğdu Meydanı'na koşan, aydın, laik, Cumhuriyetçi İzmir halkı, her zamanki yoğun katılımıyla yine oradaydı. Haftaiçi ve mesai saatlerinde olmasına rağmen, genç-yaşlı herkes ATA'mızı anmak için adeta akın etmişlerdi. Biz de, FriendFeed ve Twitter ekibi olarak buluştuk. Sonradan aramıza katılan arkadaşların da katılımıyla yürüyüşümüze başladık.

      İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği, 'ATA'ya Saygı Yürüyüşü', Alsancak İskelesi'nden başlayıp, Cumhuriyet Meydanı'nda noktalandı. Ellerinde bayrakları, pankartları, göğüslerinde Atatürk rozetleriyle, İzmirli vatandaşlar zaman zaman sessiz, zaman zaman ise slogan atarak yürüdüler. Bitiş durağında ise, belediyenin hazırlamış olduğu barkovizyondan, Atatürk resimleri ve videoları izlettirildi. Aynı zamanda, kısa süre önce arşivlerden bulunan, Atamızın TBMM'deki son konuşmasındaki sesi de meydanda yankılandı.

     Geçen sene de, 10 Kasım'da bu yürüyüşe katılmıştım. Bu yıl da katılabilmenin gururunu yaşadım. Adeta benim için bir görev olmuştu. Bir saatliğine olsun, Onun için ufak birşeyler yapmış olmak beni çok mutlu etti. Onu ne kadar minnetle ve gururla ansak, azdır. Bir milletin kaderini değiştiren ve yepyeni bir ulus yaratan Mustafa Kemal'in, ortaya çıkardığı çağdaş 'Türk Kadını' olmak bile benim için başlıbaşına bir onur. Onu matemle ve gözyaşıyla değil, düşüncelerini benimseyerek, ilkelerine sahip çıkarak, bizlere emanet ettiklerini koruyarak ve ideolojilerini sürdürerek, 1 gün değil her gün anmalıyız. Onun ve fikirlerinin unutturulmak istendiği şu günlerde, hepimizin bu tür şeylere daha çok önem vermemiz ve zaman ayırmamız gerektiğini düşünüyorum.

       
       

O Gece

    Kendine bir fincan kahve hazırladı, çoğu gece yaptığı gibi... Koltuğuna gitti, bilgisayarını kucağına aldı. 'Bir şeyler yazsam mı?' diye geçirdi aklından. Yazarken mutlu olduğunu farketti. Ne yazacağına dair en ufak bir fikri yoktu ama, sorun buydu.

   Genelde yaşadığı olaylar ya da duyguları üzerine yazmayı severdi. Çünkü, kendini yazılarıyla belki de daha iyi ifade ediyordu. Birileri okuduğunda, onunla aynı frekansta olduğunu düşünse, bu bile mutlu ederdi onu. Yazıyordu işte birşeyler kendince... Çok kaygısı olmadan, umursamadan, çok düşünmeden... Bazen 10 dakikada koca bir metin oluşturuyordu. Elinden çıkıveriyordu kelimeler saati geldiğinde...

      Kendini, bir çok gece olduğu gibi, o gece de yalnız hissetti. Sanki asırlardır yalnızdı... Sevgisizdi... İlgiye ve şefkate çok ihtiyacı olduğunu hissediyordu. Ama, bunu nereden temin edeceğine dair en ufak ipucu yoktu. Bazen ufacık bir bakışta, bazense tek bir kelimede yaşamak istiyordu bunu. Ama yetmiyordu işte. Hiçbir şey, içindeki açlığı doyurmuyordu.

    O kadar kırgındı ki, o kadar yara almıştı ki, ne iyileştirebilir bunu diye düşündü. Kendiyle başbaşa kaldığı gecelerde, hep buna yanıt aradı. Bir ilaç olmalıydı. Tek bir açık yara bırakmayacak, hepsini kapatacak bir şey... Bir süredir yalnızdı zaten. Kendiyle yapayalnızdı. Kendini sorguladı, kendini eleştirdi, kendini sevdi, kendisiyle konuştu, kendini duydu, kendini gördü, kendine sarıldı... Ama  ikinci bir yarı daha olmalıydı hayatında. Bir şey eksikti ve bunun eksikliğini gün geçtikçe daha çok hissediyordu...

     Yalnızlığı ne kadar seviyorsa, yanında birisinin olmasını da çok seviyordu aslında... Kalbinde kocaman bir sevgi taşımak istiyordu. İçinde yeniden kelebeklerin uçuşmasını, o mutluluk kokusunu yeniden burnunda hissetmek istiyordu. Asırlardır yalnız gibiydi işte. Bunları hissetmeyeli, yaşamayalı çok zaman geçmiş gibiydi. O kadar eksiklikler vardı ki içinde, bunu doldurabilecek birinin olup olmadığı konusunda bile emin değildi.

  Bunları aklından geçirdiği dakikalarda, her gece yaptığı gibi fonda müzik dinliyordu. Dinlediği melodiler arasında kayboluyor, sözlerde kendini buluyordu. Her şarkının bir anlamı vardı ve insanın yüzüne bazen tokat gibi çarpıyordu. Bazı şarkılarsa, aslında onu anlatıyordu...

   Farkında olmadan mırıldanıyordu bir yandan. Mırıldandıkça farketti aslında kendini bu şarkıda bulduğunu. Şarkının sözleri; "If I'm blind, open my eyes 'cause I need to see again.. Save me now I'm broken" diyordu. Ne kadar bana yakın diye düşündü. Ne istediğinin o an  farkına vardı.

  Temiz bir sayfa açmanın zamanı gelmiş de geçmişti bile. Kördü, gözlerinin açılmasına ve tekrardan görmeye ihtiyacı vardı. Yeniden hayatında birşeylerin yeşermesi lazımdı. Bunun nasıl olacağını bilmiyordu ama... Beklediği birşey vardı sanki. O günü, o insanı bekliyordu. Nereden gelecekti, nerede rastlayacaktı orası meçhuldu ama...

  Bildiği tek şey vardı onun o gece... İçinde hissetmek istediği şey  ♥Aşk'tı. Sonu ne kadar kötü olursa olsun; bir kez aşık olmak istiyordu...

8 Kasım 2010 Pazartesi

New York'ta Beş Minare

   Çekimlere başlandığı günden itibaren, merakla beklediğim 'New York'ta Beş Minare' filmini dün izledim. Öncelikle, Mahsun Kırmızıgül'in şimdiye kadar çektiği diğer iki sinema filmini de izlediğimi ve çok beğendiğimi söylemek isterim. Arabesk-türkücü imajını yıkarak, sinemaya adım atan ve çektiği filmlerde toplumsal mesaj vermeyi ilke edinmiş Kırmızıgül'ü, Türk Sineması adına çok değerli buluyorum. Sinemaya yeni bir soluk getirdi ve gerçekten başarılı işler çıkardı. İnsanların önyargılarına rağmen, içindeki sinema aşkıyla, senaryo yazarlığı, yönetmenlik ve oyunculuk yaparak, bir çok konuda başarıya imza attı bile bana göre.

  
    Son filmine gelince ise, yapılan eleştirilere rağmen oldukça beğendim. "Hollywood Filmi" edasıyla başlayıp, tipik "Türk Filmi" tadında bitmesi konusunda eleştirmenler haklılar. New York- İstanbul- Bitlis üçgeninde çekilen film, çekim kalitesi ve görüntüleriyle Hollywood filmlerini aratmamış. Görsel efektler ve aksiyon sahneleri de oldukça başarılı.  

   Oyunculuk açısından, şüphesiz filmin en başarılısı 'Haluk Bilginer'. Acımasız eleştirilere rağmen, Kırmızıgül'ün oyunculuğu da beni çok rahatsız etmedi. Zaten filmde yer alan üç tane Hollywood oyuncusu da ayrı bir profosyonellik katmış. "Danny Glover" gibi bir isimin yer alması bile başlıbaşına bir prestij katıyor filme.

    
     Film temel olarak, Amerika'nın Müslümanlara olan bakış açısı, Türkiye'nin terör sorunu, Türkiye içindeki bölünmeler ve zıt kutuplar gibi konuları ele almış. Ayrıca, gerçek Müslümanlarla, dini teröre alet eden kitleler arasındaki farkı da ortaya koyarak, doğru mesajlar vermeyi hedeflemiş. Bence bu konuda da oldukça başarılı olmuş. Dozunda bıraktığı, mesaj dolu cümleler ve dramatik sahneler ise oldukça iyiydi.

     Filmin sonundaki gözyaşı ve dram ise, her ne kadar izleyiciyi bağlamak adına yapıldıysa da, yine de filme olan beğenimi etkilemedi. Salondaki herkesin koltuklarında donup kalması ve gözyaşlarıyla ayrılması ise, filmin ne kadar başarılı olduğunu ortaya koydu...